top of page
Yazarın fotoğrafıNilgün Bodur

Yoksa Siz de mi "Deli" siniz?

Deli mi, aydın mı? : İki farklı sıfat, tek fark

Başkaları için "Deli mi acaba yoksa bilge mi?" diye düşünerek güzel beyninizi yormadan önce bu iki sıfat arasından sizi betimleyenin hangisi olduğunu düşünmeye ne dersiniz? Kendinize yakıştırdığınız seçenek ne yazık ki gerçeği yansıtmayabilir. Aklınızı mı oynatıyorsunuz yoksa aydınlanıyor musunuz? İşte bu soruyu hakkıyla cevaplayabilmek için önce biraz vakit ayırıp bu yazımı okumanızı tavsiye ederim.


Yazıma devam etmeden önce bu blog yazısını okumak yerine dinlemeyi ya da izlemeyi tercih edenler için YouTube video linkini de paylaşmak istedim. Okumaya devam etmek isteyenler ise aşağıdaki linke tıklamadan devam edebilir.



2014 yılında Youtube’da yayınlanmış olan ve benim de 4-5 yıl önce keşfettiğim, izlediğimde beni çok etkileyen bir TED-X konuşmasına geçtiğimiz günlerde tekrar rastladım.  

Konuşma aynıydı tabii. Ama ben farklıydım muhtemelen.  

Çünkü genellikle yıllar önce izlediğim ya da okuduğum ve beni o anda etkileyen şeyler, yıllar geçtikçe çok da anlam taşımaz benim için. Zaten taşısaydı sorun olurdu. Hiç değişmemişim ya da hiç gelişmemişim demek olurdu çünkü bu benim için ya da "at gözlüğüne" sahip olan biri olduğumu gösterirdi.

"Hiç anlam taşımazlar" demek de haksızlık oldu geçmişin oldukça anlamlı öğretilerine. "Yavan geliyorlar bugün bana" demek daha doğru olacak sanki. Nasıl anlatayım, bilemedim. Hani mantıya eşlik eden yoğurda sarımsak koymamanın ağızda bıraktığı tat gibi bir yavanlık. Yine yiyorsun ama bir şey eksik diyorsun… 

Fakat bahsettiğim videoya geçtiğimiz günlerde denk gelip tekrar izlediğimde, ağzımda bıraktığı tat, bu kez yoğurda sarımsak eklenmiş olmasını farketmemden çok daha fazlasıydı… 

Kalorisinden kaçmaktan ötürü yıllardır yemediğim ama çok özlediğim o pul biberli tereyağı vardır ya; onu da gezdirdiler sanki mantının üzerine ben videoyu tekrar izlerken . Anlayacağınız, tadına doyamadım bu kez izlediğim videonun.  

Bahsettiğin Ted-X konuşmasını yapan ise film yapımcısı, fotoğrafçı ve usta belgeselci, Phil Borges. 

25 yılı aşkın süre, yerlilerin yaşamları ve kabile kültürleri üzerine araştırmalar yapmış olan ve dünya çapında bilinen belgesellere imza atan bir idealist. 

Çalışmaları dünya çapında müze ve galerilerde sergilenen belgeselcinin izlediğim TED X konuşmasını yapması için davet edilmesinin sebebi ise CRAZY WISE adlı ödüllü belgesel filmi… 

Özetle psikolojik krizleri olumlu bir deneyime dönüştüren bireylerden neler öğrenilebileceğini anlatan bir belgesel. 

Böyle yazınca da kendi kendime gülümsedim çünkü belgesel beni anlatıyor sanki. Ama sonuncu psikolojik krizimi henüz olumlu bir deneyime dönüştüremedim. Zaten dönüştürebilsem, Phil Borges bile duyardı ve yeni bir belgesel daha çekerdi, emin olun… 

Fakat belgeselin içeriğinden ziyade, yaptığı konuşmanın sonunda insan ruhu konusunda  izleyicilerle paylaştığı öznel ve cesur bakış açısı tüylerimi diken diken yaptı.  

Bu sebeple sizlerle de paylaşmak istedim.  

Biliyorsunuz ki, insan psikolojisi konularında anlatılanlar, öğretilenler, bilinenler çoğunlukla mutlak gerçek değildir. Ama bazen gerçekler acı geldiğinde yaşayana; kulağa ve akla mantıklı gelen farklı bakış açıları ‘plasebo’ etkisi yapabiliyor insanlarda. Özellikle de ruhu hali hazırda acı gerçeklerden mütevellit hastalanmış ve aklı selim kalabilmek için kendini onaylamaktan tükenmiş yorgun ruhlarda.

Phil Borges, kabile kültürlerine olan ilgisi sebebiyle araştırmalar yapmak için bizzat o kabileleri ziyaret ederken, henüz teknolojiden nasibini almamış, içinde bulunduğumuz modern çağda bile iptidai yaşamlar sürdürülen bu kültürlerin kendisine, kazandığımız şeyler kadar kaybettiğimiz şeyler olduğunu gösterdiğini söyleyerek başlıyor konuşmasına.

"Fark ettiğim şeylerden biri, ilişkilerin çok farklı olması." diyor. "Sadece insanlar arası ilişkiler farklı değil, insanların tabiatla olan etkileşimleri de sıra dışı."

Seyahatlerinde tanıştığı Hawaiili bir kadın, bir yengecin bir delikten kum çıkardığını gördüğü esnada "Kum, kuzeye doğru dağılıyor, demek ki yarın bir fırtına gelecek" dediğinde ve fırtına da geldiğinde, "Doğayla ilişkimizin, televizyondan izlediğimiz hava durumu özetlerinden ibaret olduğunu anladım" diyor, Borges.  

"İnsanların birbirleriyle olan ilişkileri de çok farklı demiştim." diyerek devam ediyor ünlü belgeselci. 

"Bağlı oldukları belirli bir kurumları yok, sosyal güvenlikleri yok, huzurevleri yok, sağlık sigortaları yok. Hayatta kalmak için birbirlerine tamamen bağlılar ve bir statü farklılıkları da yok." diyor. 

Düşünsenize, özel veya devlet hastanesi ayrımı da yok. Şartlar herkes için eşit. Daha çok parası olan daha şanslı addedilmeyince de tabii; kıskançlık, fırsatçılık, yarış, statü kavgası ve ego da yok.  

Olmayanı hakir gören, olanı da dolandırıcı bilen yok. Çünkü ortada para ve paranın satın aldığı bir şey yok. 

Belgeselci doğa ve insanlarla olan ilişkilere birçok örnek verdikten sonra, insanların ruhla olan ilişkisinden de bahsetmek istediğini söylüyor ve işte beni o çok etkileyen ve tüylerimi diken diken yapan yorumunu da bu konuyu anlatırken yapıyor.

25 yıl önce Tibet'te bir proje için çalışırken Tibet bölgesinin kahinliğini yönlendiren ve Dalai Lama'nın baş kahini ünvanını taşıyan bir medyumla röportaj yapmak için verdiği uğraşların sonucunda onaylandığını öğreniyor ve kendisine belirtilen saatte söylenen adrese gidiyor. Röportaj için seçilen mekanın o sırada içerisinde 60 keşişin bulunduğu çok da büyük sayılmayacak bir manastır olduğunu anlayan Borges, içeri giriyor ve beklemeye başlıyor. 

Bir süre sonra röportaj yapacağı medyumun içeri girdiğini ve içeri girer girmez de, keşişlerden birkaçının telaşla medyumun kafasına kocaman bir şapka yerleştirdiklerini gözlemliyor. Akabinde medyumu kendisi için hazırlanmış olan özel bir alana oturtuyorlar. Kendisi oturmuyor yani… Ayakları elleri tutuyor kahinin bu arada ama birileri kucaklayıp oturtuyor Günümüzde devlet başkanlarının bile herhangi bir koltuğa ya da sandalyeye kendi kendine oturduğunu görüyoruz, değil mi? Medyumluğa olan saygıya bakın lütfen. Halk için devlet başkanından bile önemliler.

"Medyum ya da kahin ya da şaman, ne demek isterseniz onu seçin çünkü çok fazla kelime var onlar için kullanılan. Her bölgede hitap şekli farklı" diyerek devam ediyor Borges.

Kahin şapkası itinayla başına yerleştirilip, özenle kendisine tahsis edilen alana oturtulurken diğer keşişler de boş durmuyor tabii. Guruları içeri girer girmez davullarını çalmaya ve şarkılar söylemeye başlıyorlar. 

Kendi kendime "Bir gün şöyle karşılanmadan bu hayattan gidersem, vallahi gözüm arkada kalacak" dedim ben de Borges'i izlerken. 

Medyum transa girmiş gibi dingin ve oldukça havalı otururken birdenbire tiz bir sesle konuşmaya başlayınca diğer keşişler de telaşla kahinlerinin ağzından çıkan her bir kelimeyi yazmaya başlamışlar.

Fakat yaklaşık beş dakika sonra, medyum aniden fenalaşıp bayılmış ve bu kez de keşişler onu kucaklayarak apar topar  odadan çıkarmak zorunda kalmışlar.

Buna şahit olan ve ne olduğunu merak eden Borges "Bu gösteri miydi? Kalp krizi mi geçirdi yoksa?" diye herkese sormuş ama cevap alması mümkün olmamış ve oteline dönüp haber beklemeye başlamış.

İki gün sonra beklediği haber gelmiş ve medyumla röportajı için yeniden saat ve adres verilmiş.

Videoyu izlerken benim de aklımdan geçenler oldu.

Mesela ben bir ömür boyu konuşsam da bayılma hakkım yok gibi. Çünkü bir topluluğun önünde anlatıp anlatıp bayılırsam, anlattıklarımın önemi kalmaz ki…  

Bayılıyor muyum yoksa ?  

Çünkü o hissi yaşıyorum ki hiç bayılmasam da. Saatlerce tane tane konuşsam da.  

Bu arada belgeselcimiz anlatmaya devam ediyor ve Thupten’in, yani kâhinin, o zamanlar 30 yaşında olduğunu belirtiyor. Videonun çekildiği 2014 yılında ise 50 yaşlarında olması gerekiyormuş.  

Röportajına bu bayılma anı hakkında sorular sorarak başlamış. 

O gün manastırda söylediği hiçbir şeyi hatırlamadığını söylemiş kâhin de ona. Trans halindeyken hiçbir şey hatırlamazmış. 

Hemen ardından, uzun süre kendini çok zayıf hissettiğini de belirtmiş kâhin.  

Gazetecimiz bu konuda merakını giderdikten sonra asıl merak ettiği konu hakkında yöneltmiş sorusunu: "Nasıl medyum oldunuz ve diğerleri değil de neden siz? 

Hemen cevap veriyor kâhin de… Medyum, guru, üstat artık her neyse.

"Bilirsin belki, bu konularla ilgileniyorsan tabii" diye başlıyor cevaplamaya. "Küçük yaşta anlaşıldı her medyumda olduğu gibi. Kafamın içinde sesler duymaya başlamıştım. Kendimi  hasta hissediyordum ve kafam çok karışıktı. Çok da korkuyordum aynı zamanda. Aslında ya öleceğimi ya da kendimi öldüreceğimi düşünüyordum sürekli".

Bu durum bir şekilde aileye aksediyor ve akabinde haber salınıyor etrafa ve evlerini yaşlı bir keşiş ziyaret ediyor sonunda ve diyor ki, “Bak evladım, senin çok özel bir yeteneğin var. Sen seçilmiş bir insansın. ve merak etme sakın. Ben sana  transa girip çıkmayı öğreteceğim. İşte o zaman bu özel gücünü kontrol edebileceksin” 

Hatta elleriyle besliyor keşiş çocuğu , "özel" olduğu için ve eğitimi için bir yıl boyunca o evde yaşıyor..  

Ve inanır mısınız, filmin sonunda kimse nankörlük yapmıyor. Karşılık beklemiyor. Bilim kurgu filmi gibi.  

İki taraftan biri kazık atmadan nihayetlenen bu serüvende vuku bulan ve kulağa masal gibi gelen, karşılıksız, beklentisiz ve çıkarsızca sergilenen özen ve ilgi beni derinden etkiledi.  

Beni annem böyle sevmedi çünkü 

İşte o çocuk o gün ve ölmediyse bugün, Dalai Lama'nın baş kâhini, Tibet'in onuru, gururu, umudu, filozofu ve gururu oluyor. Zamanın en büyük, en ünlü, en saygıdeğer kahinlerinden biri olarak da tarihe geçiyor. 

Borges, iki yıl sonra, Uluslararası Af Örgütü için başka bir proje için Kenya’nın kuzey kesiminde bulunan Samburu bölgesinde yerlilerin fotoğraflarını çekerken rehberi bir ara ona dönüp ve diyor ki: "Biliyor musun, bizim medyumlar birkaç gün önce bana  fotoğraflarını çekmek için birinin geleceğini hissettiklerini söylediler. "

Fazla düşünmüyor bu kehanet hakkında gazetecimiz tabii ki. Yani pek şaşırmıyor ve tepki vermiyor. 

Rehber çocuk konuşmaya devam ediyor yine de: "Ayrıca dediler ki, o kişi onların fotoğraflarını çekerken yanlarında olmayacakmış. Çok uzaktan ve saklanarak çekecekmiş.” 

Gazeteci kırıcı olmak istemese de rehberinin bu olağanüstü sandığı ama kulağa saçma gelen kehanetlerine bir son vermek için: "Hayır, saklanamam ve uzakta duramam, çok kısa lensler kullanıyorum ben portre çekerken ve genelde o kişinin tam önünde duruyorum. Üzülmeni istemem ama belki de bu kez kahinlerin pek de doğru tahminlerde bulunamamışlar" diyor. 

Borges akşam olduğunda ona tahsis edilen eve dönüyor ve ertesi gün yapacağı çekim için alışkanlığı gereği yatmadan önce malzemelerini hazırlıyor, lenslerini temizliyor, çantalarını topluyor… Ve o sırada daha önce hiç kullanmadığı yeni kamerasını getirmiş olduğunu hatırlıyor ve çocukla konuşurken de bunun aklından çıkmış olduğunu fark ediyor… 

İlginçtir ki; yeni kamerası panoramik bir kameraymış ve bu tür kameranın odaklanabilmesi için çekilecek objeye ya da insana oldukça uzak durmak gerekiyormuş. 

"Tesadüfe bak" diye düşünüyor Borges ama konunun fazla üstünde de durmuyor. 

Sabah oluyor ve  bu kez de büyük bir projenin küçük bir bölümü olarak yine bir kahinle yapacağı kısa bir röportaj ve fotoğraf çekimi için yola koyuluyor. Ama işte o gün gazetecimiz , kahinlere duyulan inancı ve saygıyı tekrar tecrübe ettiği için ileride bir gün sadece kahinlerle ilgili bir belgesel hazırlama fikrini kafasına koyuyor. 

Ve çekimini yapmaya gidiyor. 

O gün röportaj yapacağı ve fotoğraflarını çekeceği kâhin; Sukulen adlı, 37 yaşında, beş çocuğu olan bir kadın… 

Röportaj esnasında Sukulen'in de Dalai Lama'nın medyumuyla birebir aynı hikâyeye sahip olduğunu anlıyor.. 

O da 12 Yaşındayken görsel halüsinasyonlar görmeye başlamış., sürekli başı döndüğü için kendisini hep hasta, yorgun ve halsiz hissetmiş.

O da sonunda bu durumu büyükannesine anlatmış ve büyükannesi de dinledikten sonra demiş ki: 

"Biliyorsun, değil mi? Senin özel bir yeteneğin var, sakın korkma. Hasta değilsin, özelsin" ve o andan sonra Sukulen'i bu konuda her daim desteklemiş. 

"Kelimenin tam anlamıyla" diyor gazetecimiz "Tüm dünyayı dolaştım kahinlerle ilgili özel belgeselimi hazırlarken" ve oldukça uzun süren ön hazırlık süresince dünyanın 4 bir yanına dağılan ve farklı kültürlerde farklı kelimelerle hitap edilseler de aynı konumda olan ünlü şamanların, guruların, kahinlerin, medyumların yerlerini belirliyor. 

Yaşadıkları bölgede bulunan insanlara sormadığınız sürece kim olduklarını tahmin edemeyeceğiniz ve genellikle de izole yaşayan kişilermiş bir çoğu.

Bir Moğol şamanı ile röportaj yaparak başlamış gazetecemiz belgeseline

Ve 8 yıl sonunda toplamda birbirlerinden çok uzak bölgelerde yaşayan toplamda 40 guruyla röportaj yaptığını, hepsinin aynı yaşlarda başlayan aynı halüsinasyon hikayesine sahip olduğunu ve sonrasında ise bilge bir yaşlı, bir şaman ya da aile üyesi tarafından yönlendirilerek şaman olduklarını şaşkınlıkla gözlemlediğini belirtiyor.

Tabii ki medyumlar genellikle "çağrı" olarak adlandırıyorlarmış bu yaşadıkları ilk halüsinasyonları. 

Borges ise röportaj yaptığı kişilerin "çağrı" olarak adlandırdıkları tecrübenin aslında psikolojik bir kriz, şizofreni belirtisi ya da şizofreni başlangıcı olduğunu da anlamış tabii ki bu süreçte. "Tüm bu belirtilere ek olarak ortak bir konu daha vardı hikayelerinde" diyor belgeselci.

"Yaşadıklarını anlattıklarında onlardan şüphe duymayan, onlara güvenen, onlara ömür boyu destek veren, eğiten ve onlara kendilerinden bile çok inanan bir akıl hocaları vardı. "

Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü'nden bazı istatistikler paylaşarak devam ediyor konuşmasına Borges.. 

"Beşimizden biri hayatımız boyunca psikolojik bir kriz yaşıyor ve bu şu anda yükselen bir rakam. 

20 kişiden biri bu yüzden iş görmez hale geliyor ve tüm bu vakaların %50'si 14 yaşından önce gerçekleşiyor  

Bu arada, az önce bahsettiğim şamanların çoğu ya ergenlik döneminde ya da ilk gençlik yıllarında halüsinasyon yaşamış insanlar." 

Ve belgeselcimiz kabile yaşamının insan - ruh ilişkisinde de modern kent yaşamından çok farklı olduğunu bu röportajlar sayesinde gözlemleyebildiğini söyleyerek devam ediyor konuşmasına 

Şu cümlelerinde gözlerimi dolduruyor usta gazeteci. 

"Alnında akıl hastalığı damgası varsa ya da dosyanda, ya da arkandan konuşulanlarda, bir iş bulamazsın. 

Şeker hastası olmak ya da kanser olmak gibi bir şey diyorlar uzmanlar. Değil işte. 

Bu ne yazık ki insan hayatında  tecrübe edeceği en büyük damgalanma.

Ve özellikle de bu halüsinasyonları gören eğer ki bir çocuksa,

Ve ona ne olduğunu bilmiyorsa., anlayamıyorsa ve gün gelip paylaşırsa doktora götürülür tabii ki modern şehir yaşamında.

Doktor der ki satır aralarında ya da açıkça, 'Sen hastasın artık ve bu senin gerçeğin.' 

Yaygın tedavi yöntemi olarak da genellikle aile, çevreye acı içinde haber salmak, çocuğu okuldan almak, önüne gelene dert yanmak, ağlamak, vahlamak  yöntemlerinin yanısıra , doktorun reçeteye yazdığı ilaçlarla semptomları bastırmayı da eş zamanlı olarak kullanır. 

Hasta, hasta olduğunu zorla öğrenir ve yine zorla izole edildiği için "çok izole" olur sonunda.

Hangi ilaç bu durumda birini iyileştirir ki ? "

Ve şöyle devam ediyor Borges:

Eğer ki bu insanları oldukları yerde tutarsan, eğer ki onları damgalamazsan, eğer ki onları etiketlerle korkutmazsan ve onlara kırıldıklarını ya da bozulduklarını söylemezsen ve eğer ki gönülden destek verirsen, her daim onlara özel olduklarını söylersen ruhları bu şamanlar gibi kendi kendini iyileştirebilir" diyerek bitiriyor konuşmasını… 

Ama ben de birkaç cümle eklemek istiyorum bu beni derinden etkileyen bakış açısının bana verdiği güce dayanarak.

Birkaç cümle dedim çünkü ben tek cümle ile açıklayamam hiçbir duygumu, düşüncemi... 

Ayıp olur ikisine de çünkü... 

Savunduğuma değer vermek mi diyelim, gevezelik mi bilmem ama şunu bilin ki hangi sıfatı seçtiyseniz şu anda ekran karşısında benim için; bir insanın bir diğerinde yarattığı etkinin önemini anlatacağım size işte o birkaç cümlemle.

Şifacı mısınız yoksa damgacı mısınız, okuduktan sonra cevabınıza göre kendiniz karar verin.  

Ve doğru olanı da siz seçin. Değişin diyemem belki…  Ama kimsiniz bilin.

Olumlu ama küçük bir bakış açısıdır belki elinizdeki ve önemsiz gelir size ama bir gün o açı, birinin hayatını değiştirir işte öyle bir iki dereceyle.

İşte ben de doğruları değil inandıklarımı anlatacağım size. 

"Bana ne?" demeyin ama diyorsanız da kapatın kendinizi evinize; izin verin, güzel bakanlar biraz gezsin dışarlarda.

Ben çünkü, kim olduğumu öğrenmek için kendi canımı çok yaktım ama bir başkasınınkini asla…  

Çok önemli bir maharet de değil. Övünmek için söylemedim yani. Var böyle insanlar. Ama yolculuklarında damgalanıp evlerinde saklanıyorlar.

Egosu da tatmin ister insanın. Buna da eminim ama egonun tatmini için bir diğer insanı kullanmayın. 

Kötülüklere odaklanmadım ben hiç. İnsanlarda kendilerinin bile görmediği güzellikleri gördüm. 

Potansiyellerini söyledim onlara. En azından söylediğimde birini mutlu ettim. "Para ödeyin" de demedim onlara. Söylerken ben de bir şey kaybetmedim. 

Sebebini anlamadım ama hiç. Ben niye böyleyim? Çok uzun bir hikâye aslında. Kısaca belirteyim burada ama.

Kendimde olduklarından değil de olmalarını çok istediğimden, çeşitli güzellikleri ya da yetenekleri çok zorlanarak da olsa tek başıma çıkardım ben. Tek başıma diyorum çünkü belki de ilk hatamı aynı o şamanlar gibi ilk ailem gördü benim de. Hata dediğim de onlardan farklı olmak. Halisünasyon görmek ya da gaipten sesler duymak değil.

Damgayı toplumdan yemeden önce farklı olmamdan dolayı evde damgalandığım için de yıllar sonra iki yol çıktı önüme. Başkalarını damgalamak ya da damgalananlara hatalarının, farklılıklarının, aslında yetenek olduğunu anlatmak… 

Şans belki. İkincisini seçtim ama bir şaman olamayacağımı hep bildiğimdendi bu belki de…Ben hep bir başkasını şaman yapmak istedim. 

Damgayı ilk adımda yapıştırırlarsa çünkü en güvendiklerin, el aleme de anlatamazsın... Damga diyorum, alnının tam ortasında, görüyorlar saklasanız da... 

Bir insanın bir başkasına olan inancı şaman yapabilir işte bir akıl hastasını. 

Ve çok zeki, çok erdemli, iyi kalpli, çok akıllı bir insanı ise akıl hastası yapar en yakını sandığı. 

Bu sebeple her daim derim: 

"Siz karşınızdakinin aynasısısınız. Ne düşünüyorsa o olursunuz" 

Bu sebeple önce iyi bir kalbe sahip olun ve sonra kalbinizin iyi olduğuna inanan insanlar bulun. 

İki kişi ele ele dünyayı yerinden oynatırsınız ve sonuçlara siz bile şaşırırsınız 

Buna eminim... 

"Okuya okuya kafayı yedin" dendi bana 3 yaşımdan beri. Erken okumam mucizem değil, deliliğim bilinirdi.  

Günlerde göbek atmadığım için sanırım ve dedikodu ya da fitne yapmadığımdan ve her şeyi sessizce gözlemlemeyi tercih edip anlatılanlara, dedikoduya, başkalarının sahip olduklarına ya da sahip olamadıklarına ilgi duymayı çok istesem de başaramadığımdan dolayı en çok hemcinslerim tarafından dışlandım. 

Ben anlatmaya çalıştım ama anlamadıklarında da uzaklaştım. 

Hiç kızmadım. 

Benim arkamdan da çok konuşuldu. Klasik Türk kadını felaketi. Ne önemli bir acı değil mi? 

Ben onu da takmadım. Çok çalışmam lazımdı. 

Aile bakıyordum çünkü. 

Hatta "Boş kadın, dolu silahtır" demiştim bir kitabımda. "Patlar"

Patlıyorlardı zaten çevremdekiler ama kör oluyor gözümüz en sevdiklerimize. Anlamıyorsunuz patlasalar bile elinizde, gözünüzün önünde... 

Çok küçükken damgaladılar beni dedim ya damgalanan insanların kaderi sanırım. Yıllar boyu çalıştım, aileme destek olmak ve tek tabanca çalışmak yük gelmedi asla bana. Fakat zamanla iyi bir kariyer yapınca, iş hayatında başarılı sayılınca, kitap falan da yazınca, yazdıklarım okununca damgam silindi sandım.

Gururlandırdım sandım çevremdekileri. Emin değilim ama tam anlayamadım. Çünkü dedim ya; vaktim yoktu. Çalışmam lazımdı. Soluklanıp olanı biteni izleyecek zamanım hiç olmadı.

Ama sizi damgalayanlar, tam da aksini ispat ettiğinizi sandığınızda öyle filmlerdeki gibi pişman olup da yanlış düşünmüşüm galiba demezler. İnsan beyni her daim kendini kayırır ve sürekli kendini haklı çıkarmak için çalışır ya işte bu yüzden bu tür durumlarda tam tersine, onları yalancı çıkardığınız için kızarlar bu kez de size.

Rekor kırınca ikinci kitabım, şampanya patlatmadılar mesala bizim evde…

Benim ailem, belki de birçok Türk ailesi gibi - ya da ben öyle zannediyordum - hep izole ve mutsuzdu. Mutluluk paylaşılması ayıptı sanki. 

Dedim ya damgam silindi sanıyordum ama bazen cümleleri de duyuyordum.

"Senin ne edepsiz olduğunu bilseler" dedi annem, kitabım çıktıktan hemen sonra…

Çok defa...

Onun hoşuna gitmeyen bir şey ağzımdan çıktığında. Küfür falan da değil bu arada…

"Anne, ne olur üzme kendini" dediğimde bile üzülürdü, küserdi benim annem. Üzüntüsü geçerse hatırı sorulmaz sanırdı… Onu bile anladım. Ben zaten başkalarını anlamak için programlanmışım.

Ama böyle mutluydum ben… Damgamı siliyordum çünkü o sırada… ve bunu başardığıma inanıyordum.

Söylemek istediğim şu, damga silinmiyor asla. Yanınızdaki silmek istemiyorsa... 

Pişmanlık duyup yanlış çıkmak istemez dedim ya insan, şöyle bir duygu yaşanıyor sanırım:  

"Biz deli diyorduk ama bir sürü takipçisi oldu şimdi. Millet ne der yalanlarımıza? Bu akıllı akıllı konuşuyor ekranlarda." 

Yani gururlandırdığım için daha çok kızılıyormuş bana aslında. Beyin de çok garip bir organ. İnandırıyor kendini kendisini bile söylediği tuhaf yalanlara.

Her atasözünü sevmem ama çok sevdiğim bir atasözü var konuyla ilgili. "Adın çıkacağına canın çıksın." Özellikle ülkemizde çok geçerli ve geçerliliğini asla yitirmeyecek gibi.

Yalanlarına daha kolay kanabilmek için o beyin, o yalanı gidip başkalarını da anlatıp rahatlıyor ve nedense anlattıkları kişiler de, onlara anlatılanları irdelemeyen, sorgulamayan, mantık aramayan, hakkında konuşulan kişiye söz hakkı tanımayan, ve belki de anlatılanlara inanmaya çok teşne kişilerden özenle seçildiği için de, "delilik" denen şey işte bazen toplu yaşanabiliyor.

"Canlı bombaların nasıl beyni yıkanır ki böyle?"  diye düşünürdüm ben. Sizde düşünmüşsünüzdür eminim. Hiç düşünmeyin... Bence insanlar kendi beyinlerini tırnak törpülerken bile  kendi kendilerinene yıkayabiliyorlar işte.. 

Velhasıl kelam, başarı mı, takipçi mi, aşk mı, para mı, ne varsa elimde; hak etmediğimi düşünmüşler… Silememişim o damgayı... Çok köklüydü çünkü...

Bu sebeple düşünün şimdi 

Başkalarındaki yanlışı görüp doğru yapmak için ben neden bir ömür uğraş vermişim? 

Ruhunda hasar olan insanlar var evet. Ama damgalayanlar onlar. 

Bakın ikisi de ruh arızası ama damgalananlar genelde diğerlerine maruz kalanlar...

Yanlış gördüğünüz şeyde bile potansiyel bulun, lütfen... Çıkmıyorsa da çekip gidin ama küsmeyin ve devam edin buna. 

Ama yüzüne vurup da hatasını ya da farklılığını bir insanın; her daim ego tatmin etmeyin... 

Anlıyorum o duyguyu da…

Beslenmek istiyor eksik egolar.

Benim gibi hayata başlayanlar belki onlar ama seçmek elinizde hala...

Egonuzu tatmin etmek isterseniz insanlara yardım edin. Ben o yolu seçtim ve deli deseler de pişman değilim 

İki tür ruh hastalığı var ya da kişilik bozukluğu. İşte artık her neyse...

Başkalarına zarar veren arızalar ya da kendine zarar veren arızalar… 

Bu iki delilikten hangisini seçmek istersiniz? Ben bir başkasına zarar vermeyi istemedim. Gireceksem kendi günahıma girdim. Kendi hakkımı yedim. Hesabı kendime verdim.

Bulun şimdi bozulmuş, kırılmış bir insanı ve bir güzellik görün onda... 

Ve karşılık beklemeden söyleyin onlara yüksek bir sesle. 

Çok zor duyacaklardır emin olun ama bağırın lütfen... 

Bir şizofrene guru derlerse bir ömür; olur ama bir guruya deli dersen de deli olur. 

En yakınlarınıza bakın ama iyice. Görmek çok zor çünkü 

Dünyayı kurtarmaya gidiyorum dediğinizde; en yakınınız dediğiniz o kişi: "Yolcu edeyim seni" deyip bir maşrapayla ardınızdan su döküp sıkıca sarılıp ve kulağınıza size inandığını fısıldayarak mı uğurlar sizi ? Öyleyse, o insanı sakın kaybetmeyin. 

Belki ikiniz de delisinizdir ama dünyayı kurtarmaksa hayaliniz kimseye zarar vermezsiniz ve bir de ellerinizi bırakmamayı başarırsanız kim bilir belki de dünyayı siz kurtarır, tarihe bile geçersiniz… 

Kötülüğe, negatife, tuhaf hislere, diken üstünde yürümelere ve ne yazık ki bir halta yaramayan çevre eleştirilerine açmam ben kapımı artık. "Hızır" demiştim bir videoda "Gelse kapıma, ağzını burnunu kıracak kadar korkuyorum insanlardan" Bu da geçer ama... Çünkü ben dünyayı kurtarmaya giderken maşrapası elinde hazır bekleyerek beni uğurlayacak biri var hayatımda. 

Dedim ya kilitledim kapıları pencereleri artık kötülere. Ama her daim açıktır benim kapım delilere… 

Sizin görmediğiniz bir güzelliği gösteren olursa size bu hayatta, her zorlukta bu sözümü hatırlayın: 

"Dünyanın en şanslı insanısınız. Bu sebeple o zorluk her neyse onu da atlatacaksınız."


Nilgün BODUR 


 
 

NİLGÜN BODUR İLETİŞİM LİNKLERİ:

 NİLGÜN BODUR SOSYAL MEDYA KANALLARI

NİLGÜN BODUR KİTAPLARI ONLINE SATIŞ LİNKLERİ

Comments


bottom of page